Kılıçdaroğlu’nun İki Seçim Hamlesi

Bu alana eklemiş olduğunuz haberle ilgili kısa bir özet bilgisi ekleyebilirsiniz. Bu metin yazı düzenleme sayfasında “Özet” bölümünden eklenebilir. Özet eklenmişse başlık altında kalın olarak bu şekilde gösterilir, eklenmemişse bu alan boş kalır.

Kılıçdaroğlu’nun İki Seçim Hamlesi
22.09.2024 14:20 | Son Güncellenme: 24.09.2024 23:39
4.411
A+
A-

Artık seçim sathımailine girdik sayılır. Cumhur İttifakı, Bahçeli mitingleriyle çalışmalara başladı. Millet İttifakının masadaki bütün Parti başkanları ise şehir şehir dolaşıyorlar.

Bu arada dikkat çekici iki hamle Kılıçdaroğlu’ndan geldi. Birincisi CHP Ardahan eski milletvekili Ensar Öğüt tarafından yazılan “Akşehir’den Tunceli’ye Seyyid Kemal” başlıklı, birinci sınıf kuşe kâğıda basılmış ve ilk elde 100 bin basıldığı söylenen kitabın yayınlanmasıdır.

Kılıçdaroğlu arkada kalan yıllarda zaman zaman kendi soyunun Seyyid Mahmut Hayrani’ye dayandığını söyledi. Ama bu iddiasının kitap haline getirilmesi yeni.

Kitabın içeriği özetle, Kemal Kılıçdaroğlu’nun soyunun 1200’lü yıllarda Konya Akşehir’de yaşamış Seyyid Mahmut Hayrani’ye dayandığı, Seyyid Mahmut Hayrani’nin dedesinin ise Horasan’dan Anadolu’ya gelen Türkmenlerden olduğu, daha önceki atalarının ise Kerbela olayı sonrasında Peygamber ailesinden sağ kalanların korunmak amacıyla Horasan’a gidenlere dayandığıdır.

Özetle Kitap, Kemal Kılıçdaroğlu’nun soyunun Hz. Muhammed’e dayandığını iddia ediyor. Bunu kanıtlamak için de Osmanlı padişahları tarafından onaylanan şecereler kullanılıyor. Fotokopisi ve bugünkü dile çevirisi de yayınlanan şecere, Osmanlı Padişahı 2. Selim’e ait. Şecere’de Selçuklu Sultanı Alaattin’den sonra, Orhan Bey’den başlayarak bütün Osmanlı padişahlarının soy ağacını onayladığı da belirtiliyor.

Kitabın yayınlanmasını, Kılıçdaroğlu’nun artık kesinleşmiş olduğunu söyleyebileceğimiz Cumhurbaşkanlığı adaylığının, seçim kampanyasında kullanılacak önemli malzemelerden birinin kanıtı olduğunu söyleyebiliriz.

AMERİKA GEZİSİ

Kılıçdaroğlu’nun ikinci hamlesi ise Ekim ayı başında yapacağını açıkladığı ABD gezisidir.  Tıpkı 2001 yılında Partisini kurduktan hemen sonra ABD gezisine çıkan ve o tarihte seçime katılma hakkı bile yokken ABD’li yetkililer tarafından geleceğin Başbakanı olarak karşılanan Tayyip Erdoğan’ın yaptığı gibi.

Kılıçdaroğlu Amerika gezisinde hiçbir devlet yetkilisi ile görüşmeyeceğini açıkladı. Sivil toplum yetkilileri ve Amerikalı “Bay Kemallerle” görüşecekmiş!

Türkiye’nin Atlantik kampına bağlandığı 1950’lerden bu yana iktidarın belirlenmesinde bazı istisnalarla birlikte, ABD’nin tayin edici bir etkisi oldu. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra ise bu etki tartışmasız bir şekilde belirleyicidir.

12 Eylül sonrasında Türkiye’de iktidara talip olanların öncesinde ABD’ye gitmeleri ve oradan onay almaları adeta bir kural haline geldi. Tayyip Erdoğan bunu en aleni şekilde yapan liderdi. Zamanın ABD Büyükelçisi Abramovitz, daha 1995 yılında Tayyip Erdoğan’ın geleceğin Başbakanı olacağını söylemişti. Parti’nin kuruluşundan hemen sonra yapılan ABD gezisini 3 Kasım 2002 seçimlerinden hemen sonra Tayyip Erdoğan’ın ABD savunma Bakan yardımcısı Paul Wolfovitz’e yazdığı mektubu, sonraki yıllarda ABD’nin BOP projesinde eşbaşkan olduğunu övünerek söylemesini hatırlıyoruz.

Ama köprülerin altından çok sular aktı. Tayyip Erdoğan BOP eşbaşkanlığından, Türkiye’nin mecburiyetlerinin önünde sürüklenerek en sonunda “ŞİÖ’ye tam üye olacağız” dediği noktaya geldi. Bir yandan da ABD’yle bağları koparmamaya, büyük güçler arasında denge politikasıyla durumu idare etmeye çalışıyor.

Kılıçdaroğlu’nun ABD gezisini bütün bu gelişmeler ışığında değerlendirmek gerekiyor.

AKP’NİN ROLÜNE TALİP OLMAK

Türkiye’nin temel sorunu, 70 yıldan bu yana dahil olduğu Atlantik kampı içinde Cumhuriyet tarihinin en ağır krizine sürüklenmesi ve iç çatışmalar – parçalanma tehlikesiyle yüzyüze gelmesidir.

Kılıçdaroğlu özetle şimdi ‘AKP, ABD ve AB ile ilişkilerimizi bozdu ben düzelteceğim’ diyor. Seçim kampanyasının hemen öncesinde planlanan ABD gezisinin başka bir anlamı yoktur.

Öte yandan Türkiye’nin yüzyüze olduğu ikinci büyük sorun ise laik demokratik Cumhuriyetin AKP’nin tarikatlar koalisyonu eliyle büyük bir saldırı altında olması ve milli birliğimizin ve toplumsal barışımızın teminatı olan laikliğin ortadan kaldırılması yolunda atılan adımlardır.

Kılıçdaroğlu, AKP’nin bu politikası karşısında, kendisinin peygamber soyundan geldiği iddiası ile mi mücadele edecek?

Emperyalizme ve Ortaçağ’a karşı tavır, bir siyasi Partinin ne olduğunu, ülkeye ne verebileceğini net bir şekilde ortaya koyar.

Bu tavırlar, aynı zamanda Kılıçdaroğlu’nun Davutoğlu, Babacan ve Akşenerlerle birlikte hareket etmesini mümkün kılan programın da ifadesidir.

Ama Kılıçdaroğlu iki konuda da yanlış hesap yapmaktadır. Birincisi, dini siyasete alet etmede İslamcılarla yarışmasından bir fayda elde edemez, kaybedeceği kesindir.

İkincisi, ABD’nin Türkiye’de iktidara kimin geleceğini tayin ettiği günler geride kaldı. ABD artık; “Kendisi muhtaç-ı himmet bir dede; nerde kaldı geriye himmet ede” konumundadır.

Başkent Tahran’da Mehsa Emini adındaki genç bir kadının başörtüsü yasağına uymadığı gerekçesiyle “ahlak polisi” tarafından gözaltına alındıktan sonra karakolda fenalaşması ve kaldırıldığı hastanede ölmesi (16 Eylül 2022) üzerine, bir haftayı aşkın bir süredir İran’ın hemen her tarafında rejimi hedef alan protesto gösterileri yapılıyor.

İranlı kadınlar, başörtülerini çıkararak veya meydanlarda yakarak protestolarda aktif olarak yer alıyorlar.

Mehsa Emini’nin ölümü, İran toplumunun kırk yılı aşkın süredir zor kullanılarak belli bir yaşam biçiminin kurallarına uymak zorunda bırakılmasına karşı biriken tepkisinin, bir toplumsal patlama biçiminde dışa vurmasının işaret fişeği oldu.

Komşumuz İran’da bugünlerde yaşananlardan çıkarılacak büyük dersler vardır:

BÜYÜK UYGARLIK MERKEZİ

Öncelikle şunu belirmekte yarar vardır: İran’da, alınan haberlere göre Tahran başta olmak üzere ülkenin 20 kadar şehrinde yapılan gösterilerin, özellikle ABD başta olmak üzere Batılı merkezlerde yeni bir “Turuncu Devrim” beklentisine yol açtığı anlaşılıyor. ABD Başkanı Biden, bu beklentisini BM açılışında yaptığı konuşmada da belirtti.

Turuncu Devrim beklentisi içinde olanlar avuçlarını yalayacaklar. Dört bin yıllık devlet geleneğine sahip, tarih boyunca uygarlığın belli başlı merkezlerinden biri olagelmiş İran, Batılı emperyalistlerin “Turuncu Devrim” hayallerinin gerçekleşeceği bir sahne olamaz.

Rüstem’in, Büyük Kiros’un, Dara’nın, Firdevsi’nin, Ömer Hayyam’ın, Hatayi’nin, Sadi’nin, Hafız’ın ülkesi bugüne kadar kimseye teslim olmadı. Tarih içinde İran’ı ele geçirdiklerini sananlar, bir müddet sonra o büyük uygarlığın bir parçası haline geldiklerini gördüler. Günümüz haramilerinin İran’a yönelik hayalleri de bugüne kadar hep akamete uğradı, bundan sonra da farklı olmayacaktır.

Hele hele yeni bir dünyanın kurulmakta olduğu ve İran’ın da daha bugünden kurulmakta olan o yeni dünyada yerini aldığı koşullarda “Turuncu Devrim” koşulları hiç yoktur.

Ekonomik açıdan bakıldığında da farklı bir tablo bulunmamaktadır. Bundan 20 yıl kadar önce, Türkiye dünyadaki 16. İran ise 17. büyük ekonomi idi. 20 yılın sonrasında Türkiye 22. sıraya gerilemiş durumda, İran ise eski konumunu muhafaza ediyor.

Dünyanın gelişmekte olan ekonomilerinin içinde olduğu ŞİÖ’ye tam üyelik ise İran’ın gelecek yıllarda ekonomik olarak daha iyi koşullarda olacağını gösteriyor. Bütün bu veriler göz önüne alındığında Batılı emperyalistlerin özlediği bir sistem değişikliğinin İran’da kesinlikle söz konusu olamayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.

İRAN ORTAÇAĞ KALIPLARINA SIĞMIYOR

Bununla birlikte yaklaşık 10 gündür sürmekte olan Mehsa Emini protestolarının ortaya koyduğu bir gerçek daha vardır:

  1. yüzyılın dünyasında kadını ikinci sınıf insan olarak gören bir anlayışın ve bu anlayışın sonucu olan uygulamaların herhangi bir ülkede hayat bulma şansı yoktur.

İran yönetimi, arkada kalan on yıllar içinde ABD’nin ağır ambargosuna rağmen sahip olduğu olanaklar ve bağımsızlık politikasının sağladığı avantajlar sayesinde bugüne kadar gelebildi. Din adamları sınıfının tarihten gelen geniş bir toplumsal ve ekonomik temele sahip olması da, bu avantajlarla birlikte düşünüldüğünde İslamcı yönetimin bugüne kadar sürdürülebilmesini mümkün kıldı. Ama öyle görünüyor ki artık yolun sonuna gelinmiş bulunuyor.

Yönetime hakim olan ideoloji, kadını ikinci plana itmeyi, belli bir kıyafet giymeye zorlamayı, evine kapatmayı vb. istedi. Ama hayatın gerçekleri, yedinci yüzyılın toplumsal ilişkilerini ve normlarını hayata geçirmenin önündeki en büyük engel.

İran’da üniversite öğrencilerinin yüzde 65’i kadın. İranlı kadınlar hayatın hemen her alanında sorumluluklar üstleniyorlar. Örneğin yerel yönetimlerde olan kadın oranı Türkiye’dekinin dört katı. Örtünme zorunluluğu artık sadece görünüşte. Kadınların önemli bir kısmı, son derece modern giysiler içinde saçlarının arkasına iliştirilmiş bir örtü ile yönetimin kıyafet zorunluluğuna sözde uyuyor görünüyorlar.

Bununla birlikte kadınları yüzyıllar öncesinin toplumsal kalıplarına hapsetme gayreti büyük acılara yol açtı. Baskılar ve mahrumiyetlere karşı tepkiler birikti ve nihayet patlama noktasına geldi.

Son gelişmeler, İran’da kadınlara yönelik ayrımcı politikaların emperyalist devletlere, İran’ın içişlerine burunlarını sokabilmeleri için elverişli bir zemin yaratmış olduğunu gösterdi. İran devleti, emperyalist kışkırtıcılığa ancak, kendisini zayıf düşüren ayrımcı politikalardan, kesin olarak vazgeçerek cevap verebilir.

Öte yandan İran’ın daha yeni tam üye olarak katıldığı Şanghay İşbirliği Örgütü üyesi diğer 8 ülkenin hepsi laik ülkeler. Bu ülkelerde kadınlar, erkekler ile her alanda aynı haklara sahip. İran’ın bir yandan böyle bir dünyada yer alması öte yandan kendi içinde kadınlara karşı Ortaçağ hukukunu uygulaması mümkün değil.

Önümüzdeki günler ve aylarda bu konuda önemli değişimlerin olmasını beklemek gerekir. Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin, Mehsa Emini’nin ailesini arayarak, kızlarını kendi kızı gibi gördüğünü ve sürecin takipçisi olacağını söylemesi önemlidir.

İran’da yaşananlar, Türkiye’de son yıllarda giderek daha pervasız hale gelen şeriat özlemcileri için de derstir. Kaldı ki Türkiye İran değildir. İran’ın tarihinde ne bir Mustafa Kemal Atatürk, ne tarihin ilk Milli Kurtuluş Savaşı, ne de arkamızda kalan yüzyıl boyunca bütün mazlum milletlerin örnek aldığı bir Cumhuriyet Devrimi yoktur.

Türk Milletini yüzyıldır barış içinde bir arada tutan Cumhuriyet Devriminin laiklik politikasının ne kadar önemli olduğu, İran’daki gelişmelerle bir kez daha bir kez daha ortaya çıkmıştır.

ETİKETLER: ,
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.